Bir yolculuk bu oyun; sahnenin dar koridoru bana içimdeki geçitleri hatırlattı. Kapılar birer birer açılır, her açılış kendi sürprizini getirir; bir yüzün ardında başka bir yüz saklıdır adeta. Matruşka benzetmesi yalnızca bir dekor değil, rejinin ve oyunculuğun dili olarak önümüze seriliyor. Dışarıdan görülen toplumsal kabuk, içerde nasıl kırılgan korkulara, öfkelerin ve alışkanlıkların, anıların yerleştiğini gösteriyor; ve elbette diyemediğimiz hayırlar da orada bekliyor.
Bu oyunda hayır demek ile diyememek arasındaki ince çizgi sahneden canlı canlı sürükleniyor. Çizginin üstünde yürürken düşmemek, Ayşen İnci’nin rejisiyle daha belirginleşiyor; metin, düz bir anlatı gibi akmayıp içerden gelen kargaşayı ritmik bir akışa dönüşüyor. Zaman zaman sakinlik gelip yerleşirken, derinlerde yeniden yükselen sesler aynı cümleyi farklı bir benliğin tamamlamasıyla karışıyor. Hayat böyle; inişler, çıkışlar, sahnede mekanik bir hareket değil, canlı bir dalgalanma halinde akıyor.
Filiz Demiralp’i izlerken, bu oyun tek bir karakteri “oynatmak” değildir fikri daha da güçleniyor. Bedende dolaşan hâllerin taşıdığı çoklu kimlikler, karikatürleşmeden, doğal bir akışla birbirine karışıyor; Lena kimi anlarda kırılgan, kimi anlarda keskin, kimi anlarda çocuk, kimi anlarda yaşlı; hepsi aynı anda gerçek. Seyirci olarak bir oyuncunun yeteneğini tek başına görmeye çalışmaktan çok, bir insanın hayatını içten içe izlediğimizi hissediyorum.
Bir başka önemli yan ise oyunun kadınları yalnızca acıya hapsetmiyor olması. Baskının gölgesi hâlâ duruyor olsa da, kadınlar hayatta kalmanın yollarını da keşfediyor; mizahla, inatla, gerektiğinde geri çekilip doğru anı kollayarak. İçerdeki çatışma bir yıkım olabildiği gibi savunma biçimini de işliyor; “Giyindim üst üste” dediğinde bu deyim bazen yük, bazen zırh olarak karşımıza çıkıyor.
Odanın kenarında durup düşündüğüm soruyu sonunda kendime bıraktım: Bir bedenin içine kaç ruh sığar ve hangisi kendi sesini gerçekten duyurabilir? Lena, Leyla ve Diğerleri bu yanıtı izleyicinin avucuna bırakarak hazır edilmeyen bir cevabı sunmuyorlar. Belki de bu yüzden iz bırakan etki uzun sürüyor; salondan çıkarken herkes kendi matruşkasını taşıyordu; dış kabuk mu, içte hangi yüz kaldı diye düşünenler vardı.
Kısacası, bu oyun bana sadece “bir kadının hikâyesi”ni hatırlatmadı; daha çok kadın olmanın iç haritasını gösterdi. İç ve dış düzenlerin çarpışması, hayırların boğazda düğümlenmesi, başkaldırı ile boyun eğişin aynı bedende nasıl yan yana durabildiğini gördüm. Ve tiyatronun en güzel yanını tekrardan hatırladım: sahnede birini izlerken kendi içimde kapıların aralandığını hissetmek; bu oyun o kapıyı açıyor.













