Bir belgeselci titizliğiyle örülen metin, tarih kitaplarına zerafetli bir itiraz gibi ilerliyor. Yazarın mesleki hafızası, olayları sadece aktarmakla kalmıyor; sahneye yaklaştıran bir yaklaşımla tanıklıkları ve aile öykülerini, sürgünleri, esareti ve geri dönüşleri tek tek gözler önüne seriyor. Bu yüzden yalnızca veri akışını değil, okuyucuyu verilerin arkasındaki insan hikâyelerine çekiyor.
Yirmi yıldır süren bir geri dönüşün yankısı gibi: 2005’te yayımlanan ilk çalışmadan sonra gelen mektuplar, Avrupa’dan Türkiye’nin farklı şehirlerine uzanan aile anlatıları, savaşın gölgesinde yaşamış insanların “Biz de vardık.” haykırışını taşıyor. Kitabın temel iddiası nettir: Türkiye Cumhuriyeti’nin savaşta tarafsız kalması, savaşta Türklerin yer almadığı anlamına gelmiyor. Çünkü insanlar, çeşitli coğrafyalarda, farklı orduların üniformaları altında savaşın ortasında bulunmuşlardır.
Bu çeşitlilik, “Bizim savaşımız değildi” sözünün esnemeden çözülemeyeceğini gösteriyor. Kıbrıs’tan Batı Trakya’ya, Ahıska’dan Kırım’a, Balkanlardan Avrupa içlerine uzanan geniş bir hattın üzerinde, kimi zaman İngiliz, kimi zaman Yunan, kimi zaman Sovyet ya da Alman kuvvetleriyle karşı karşıya kalıyorlar. Ancak savaş, yalnız cephede değil; pasaporta, kimliğe, ekmek kuyruğuna, sürgün trenlerine ve kamplardaki tel örgülere de bulaşıyor. Bu yüzden eser, tek bir büyük anlatı yerine parçalı bir hafıza atlası kuruyor; içindeki başlıklar bir araya gelip bir savaşın çok yönlü dokusunu gösteriyor.
Bir kamp adı, bir yolculuk, bir söz, bir fotoğraf—bütün bunlar tek tek öne çıkarılıyor ve bazen tek bir cümle, sayfalar dolusu bilgiyi taşıyor. Böylece metin salt tarih olarak kalmıyor; belgesel derinliğiyle okuyucunun zihninde canlı bir anlatıya dönüşüyor. Türkiye’yi sadece “dışarda kalan” bir ülke olarak resmetmemesi de dikkat çekici: sıkıyönetim etkileri, ekonomik değişimler, karne sistemi ve günlük yaşamın daralması metnin arka planında sürekli hissettiriliyor. Tarafsızlık kavramı, artık yalnızca bir dış politika terimi değil; içerideki ağır yaşam koşullarını da kapsayan bir yük olarak karşımıza çıkıyor.
Geniş coğrafyada böylesine çok sayıda kişisel öyküyü tek ciltte sunmak elbette okurda daha derinleşme isteğini tetikliyor. Ancak bu büyüklük, eserin zaafı değil, konunun doğasının bir sonucu olarak görünüyor: Avrupa ve yakın coğrafyanın büyük yıkımı, Türklerin parçalı tarihini de aynı ölçekte taşıyor. “Her Cephede Savaştık” ifadesi, bu parçaları bir araya getirme çabasını simgeliyor ve bize “Bizim olmayan savaş” iddiasını hatırlatırken, aslında “Bizim kayıplarımız da var” diyor. Sonuç olarak Özkarabekir, resmî cümleyi iptal etmek yerine, onun arkasında kalan insanları öne çıkarıyor; tarafsız kaldık denildiğinde bile unutulanların adını ve mezarını hatırlatıyor. Bu çağrı sadece tarih meraklılarını değil, belleğin nasıl kurulduğunu ve nasıl onarılabileceğini düşünen herkesi kapsıyor.












