Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli tiyatro kurumlarında samtidig olarak çalışan Ebru Kara, uzun yıllardır kukla tiyatrosu ve çocuk oyunları üzerine yoğunlaşmış bir sanatçı. Fransa’da Compagnie Ici L’Ombre’u kurucu ekibin içinde yer alırken, Dünya Sanatçıları projesi kapsamında Etiyopya, Yemen ve Cibuti’deki sahne çalışmalarında kimsesiz ve mülteci çocuklarla atölyeler gerçekleştirdi; amatör ve profesyonel oyuncularla oyunlar sahneledi, deneyimini paylaştı. Yemen’de ilk kez bir kadın oyuncunun sahneye çıkması için özel izin alınmasına öncülük etti ve Arthur Rimbaud’nun dizelerini Arapça ile Fransızca olarak sahneye taşıdı. Yakın zamanlarda Bursa Devlet Tiyatrosu’nda “Barış Adası” adlı oyunun provalarını yürütüyor; ardından Bursa Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda yeni bir projeye başlayacak. Ayrıca Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” eserini live cinema tekniğiyle sahnelemek üzere çalışmalarını sürdürüyor.
Çocuk oyunları ve kukla tiyatrosu odaklı çalışmalarınızdan söz eder misiniz? Fransa’dan Türkiye’ye dönüş yaptığım 2010 yılından bu yana devlet tiyatrolarında çocuk ve kukla oyunları ağırlıklı olmak üzere otuz beşe yakın tasarımı yönettim. Türk tiyatrosunda çocuk tiyatrosunun ve kukla tiyatrosunun özel bir yere sahip olması gerektiğine yürekten inanıyorum. Çocuk tiyatrosu, geleceğin izleyicisini şekillendiren devrimci bir süreçtir; seyirciyi bugün nasıl yakalarsak yarının estetik anlayışı ve kültürel değerleri de o yönde gelişir. Çocuğun hayal gücü ve duygularına saygı göstermek aslında geleceğe yatırım yapmak demektir. Bu nedenle özellikle kurum tiyatrolarında, çocuk ve kukla oyunlarının nitelikli, yaşa uygun ve yüksek sanat değeri taşıması büyük önem taşıyor. Oyunculara kukla tiyatrosu oyunculuğunu öğretir, teknik ekibe de sahneleme teknikleri konusunda bilgi aktarmayı hedeflerim. Çalıştığım tiyatrolarda bu alanda bilgi ve deneyim paylaşımı, yeni bir alan açma ve sürdürülebilir kılma çabası işin ayrılmaz bir parçası oldu. Amacım kukla tiyatrosunun istisnai bir konumdan çıkıp, sürekli üreten ve kendi estetiğiyle kuvvetli bir disipline dönüşmesini sağlamaktır. Bugün yetiştirdiğimiz her oyuncu ve teknik eleman, geleceğin bu alanın taşıyıcısı olacak; bu bayrağı devretmek için çabalamaya devam ediyorum.
‘YÖNETMEN TEK BAŞINA HİÇBİR ŞEYDİR’ Tiyatro sizce ne ifade ediyor? Tiyatro, sanatın tüm dallarını içinde barındıran ve ortak bir üretim süreci gerektiren bir meslek. Yönetmenin ya da tek bir kişinin tek başına bir şey yaratamayacağını savunurum; ışıkçı, tasarımcı ve oyuncu da bu ekibin anlamlı bir parçasıdır. Kariyerim boyunca tek bir yere ya da tek bir estetik anlayışına bağımlı kalmadan çalıştım; farklı ülkeler ve kültürlerden sanatçılarla bir arada üretme şansını yakaladım. Kocaeli Şehir Tiyatroları’nda kurum sanatçısıyken monotonlaşan bir düzen hissiyle dans etmeye karar verdim ve bu süreç beni Fransa’daki çalışmalara, Etiyopya’daki “Dünya Sanatçıları” projesine taşıdı.
Etiyopya’daki tecrübeniz nasıldı? Orada tiyatronun gerçekten insanı dönüştüren gücünü bizzat yaşadım. Başlangıçta bir kimsesizler yurdunda çalışan çocuklarla atölyeler yürüttük; sonunda onların kendi dillerinde bir oyun sahneledik. Oyun beklenmedik biçimde ilgi gördüğünde, Fransız Kültür Merkezi’nin desteğiyle köylere turneye çıktık. Elektriğin bile olmadığı toprak zeminlerde sahnelediğimiz oyunlar, benim için mesleki ve insani bir dönüm noktasıydı. Orada tiyatro sadece sahne sanatlarıyla sınırlı kalmayıp, doğru yerde, doğru niyetle yapıldığında hayat akışını değiştirebilen güçlü bir araç olduğunu deneyimledim. Bu deneyim, bugün yaptığım işlerin temelini oluşturdu: özellikle çocuk ve kukla tiyatrosuna duyduğum inancı sağlamlaştırdı.
‘SANATLA UĞRAŞMAK MÜCADELE ALANI’ Türkiye’de sanat üretimi sizce zor mu? Evet, zorluklar çok. Ekonomik baskılar, üretim maliyetlerinin yüksekliği ve gelirlerin güvencesizliği projelerin hayata geçmesini zorlaştırıyor. Değişen kültür politikaları ve kurumsal bürokrasi de işlerin akışını etkiliyor; destek olanakları sınırlı ve sanatın toplumsal öncelikler içindeki yeri giderek küçülüyor. Uzun vadeli plan yapmak çoğu zaman mümkün olmuyor; her sezon yeniden başlanması gerekiyor. Ayrıca meslektaş zorbalığı da işlerin verimini düşüren etkenlerden biri. Dedikodu, dışlama ve emeğin yok sayılması gibi tutumlar, sanatçı üzerinde psikolojik baskı yaratıyor ve üretkenliği olumsuz etkiliyor. Buna rağmen, üretmeyi sürdürmek ve yaratım ısrarını kaybetmemek en temel hedefim. Türkiye’de sanat üretimi elbette zor ama imkânsız değil; ağır bedeller ödenmesine rağmen bu alan vazgeçilmez ve değerli kalıyor. Ben de tüm bu zorluklar içinde üretmeye devam etmenin direnişin en güçlü biçimi olduğuna inanıyorum.













