Mart 2011’de Japonya Kıyılarında Yıkıcı Bir Doğal Afet ve Sonrası Nükleer Kriz
Mart 2011’de, Japonya’nın kıyı bölgelerinde meydana gelen büyük bir deprem, ardından devasa bir tsunamiyi tetikledi. Bu felaket, ülkeyi derinden sarstı ve yaklaşık 18.000’den fazla insan hayatını kaybetti. Ancak, bu büyük doğa olayı sadece can kaybı ile sınırlı kalmadı; aynı zamanda Fukuşima Daiichi nükleer santralinde ciddi bir krize yol açtı.
Yükselen tsunami dalgaları, santralin elektrik altyapısına zarar verdi ve reaktörlerin soğutma sistemleri devreden çıktı. Bu durum, üç reaktörün çekirdeklerinin kısmi erimesine neden oldu ve tarihin en büyük ikinci nükleer kazası olarak kayıtlara geçti. Çevreye yayılan yüksek seviyedeki radyasyon, bölgedeki yaşamı ve ekosistemi tehdit etti. Bu olay, sadece Japonya’nın değil, tüm dünyanın dikkatini nükleer güvenlik ve acil müdahale konularına çekti.
Deprem ve tsunami felaketleri neticesinde yaklaşık olarak 18.000’den fazla kişi hayatını kaybederken, kazanın kendisi doğrudan radyasyondan kaynaklanan ölümlere neden olmadı. Ancak, kazanın ardından ortaya çıkan radyasyon ve kirli alanlar, uzun yıllar boyunca etkisini sürdürdü. Japonya hükümeti, şu an bile, 2011 yılından sonra toplanan yaklaşık 14 milyon metreküplük hafif radyoaktif toprakla ilgili çözüm arayışlarını sürdürüyor ve bu alanları yeniden kullanmak adına çeşitli planlar geliştirmektedir.
Başlangıçta güvenlik endişeleri nedeniyle toprakların yeniden kullanılması tartışmalara yol açtı. Japon hükümeti, bu toprakların artık yeniden kullanılabilir olduğunu göstermek amacıyla, Tokyo Başbakanlık Ofisi’nin bahçelerinde ve kamu alanlarında kullanmaya başladı. Bu girişim, Türk halkına da tanıdık gelebilir; zira 1980’lerdeki Çernobil kazasından sonra Türkiye’de de benzer bir durum yaşanmış ve yetkililer, radyasyon seviyesini ispat etmek amacıyla halka çay içirmişti.
Kirlenmiş Toprakların ve Su Kaynaklarının Yönetimi
Japon hükumeti, kirlenmiş toprağı geçici depolama alanlarında tutmakta ve 2045 yılına kadar bu alanlarla ilgili yasal sorumluluklarını yerine getirmeyi planlamaktadır. Bu projenin kamuoyunda büyük tepki görmesi üzerine, hükümet planını gözden geçirerek, halkın endişelerini dikkate almıştır. Çevre Bakanlığı ise, toprakların büyük bir bölümünün artık güvenli olduğunu ve yeniden kullanılabileceğine dair güvence vermektedir. Ancak, halkın ikna olması henüz sağlanamamıştır.
Hükümet, halkın güvenini kazanmak amacıyla, bu kirli toprakları park ve bahçelerde, hatta hükümet binalarının yakınlarındaki alanlarda kullanma yönünde girişimlerde bulunmaktadır. Ayrıca, Başbakanlık Ofisi’nin bahçesine de bu topraklardan konulacak. Devasa miktarda toprak ve suyun yönetimi konusu ise, uluslararası alanda da dikkat çekmektedir. 2024 yılında, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA), Japonya’nın hafif radyoaktif toprakların yaklaşık %75’ini, demiryolları, atık arıtma tesisleri, yollar, deniz duvarları ve kıyı koruma alanları gibi altyapılarda geri dönüştürme planını “güvenli olduğu kanıtlanırsa” şartıyla onaylamıştı.
Ancak, sorun sadece toprakla sınırlı değil. Japonya, 2011 yılındaki nükleer kazadan sonra, eriyen reaktörlerin soğutulması için yüz milyonlarca galon kontamine suyu da arıtmak zorunda kaldı. 2023 yılında, IAEA, Japonya’nın arıtılmış radyoaktif suyu Pasifik Okyanusu’na boşaltma planını onayladı ve ülke, komşu ülkelerden gelen yoğun muhalefete rağmen bu uygulamayı gerçekleştirmeye başladı. Bu süreçte, Japon hükümet yetkilileri, deşarjın deniz ürünlerini kirletmediğini göstermek amacıyla, Fukuşima’dan balık yiyerek kamuoyunun güvenini kazanmaya çalıştı.