Görünenin ötesine işaret eden kareler, günümüzün görsel dilini oluşturan fotoğrafın yalnızca gördüğümüzü anlatmadığını hatırlatır. İçimizde saklı olan sesler, algılar ve çağrışımlar, her çekimde yeni bir anlam yuvası kurar. Paul Klee’nin sözüne kulak verelim: “Bir göz görür, diğeri hisseder.” Bu bakış açısı, özellikle politik fotoğraflarda, Meclis açılışı veya ulusal bir buluşma anlarında beliren çift yüzlü deneyimi fark etmemizi sağlar. Bir kareye baktığımızda, sadece yüzeyde kalanla sınırlı kalmayıp, görünmeyeni de aramaya, geçmişle gelecek arasındaki köprüleri kurmaya çalışırız.
Sanatçılar arasında Magritte’nin sözlerini andıran bir düşünceyle ilerleriz: “Gördüğümüz her şey başka bir şeyi gizler; görünmeyeni ararız.” Bu bakış, fotoğrafın anı dondurmasının ötesine geçip, zamansal bağı güçlendiren bağlar kurmasına olanak tanır. Zira fotoğraf, yalnızca bir anı yakalamakla kalmaz; izleyenin birikimiyle, çağrışımlarla ve hafızayla buluşur.
Fotoğrafa dair söylemler, Susan Sontag’dan John Berger’e, Ansel Adams’tan Cartier-Bresson’a pek çok ustanın düşüncelerinde yön bulur. Gözün hissedebilirliğini öne çıkaran bu düşünceler, fotoğrafların nasıl bir duruş sergilediğini, nasıl bir anlatı kurduğunu belirler. YÜREĞİN ÇAĞRIŞIMLARI başlığı altında, içsel bakışın fotoğrafa yansıyan etkisi gündeme gelir; hani o, çoğunlukla dışavurumun ötesindeki anlamları yakalamaya yarayan içsel gözdür.
Washington’a dair kareler incelendiğinde, birçok kişinin aklına gelen ilk çağrışım “kapitülasyonlar” olur. Osmanlı’nın gerileme dönemiyle özdeşleşen bu kavram, fotoğrafta bağımsızlık ve özgürlük temalarıyla karşılaştırılır. Rezidans, resepsiyon ve devlet akşamlarının yüzlerde bıraktığı etkileşimleri izlerken, bu kelimeyi taşıyan farklı duygular ve yorumlar ortaya çıkabilir. Ancak çoğunlukla, bu imgeler bize tarihsel bir hafızayı hatırlatır ve bir şiirin satırlarıyla paralellik kurar.
AŞK MI DEDİNİZ? Sorusu, fotoğraflarda yaşanan adalet ve özgürlük mücadeleleriyle bağ kurar. Aşk, çoğu kez ölümün karşıtlığı olarak düşünülse de, burada özgürlüğün, yaratıcılığın ve insanlık onurunun temsilidir. Buna karşılık, beğeniyle alkışlanan haksızlıklar, sansürler ve tehditler bu baskı alanını güçlendiren imgeler olarak karşımıza çıkar. Ülkelerin kaderi, aşkın değil, özgürlüğün ve adaletin özlemiyle yazılır; halkın sevgi ve saygısına rağmen karşılaşılan zulüm, bir şiirin dizesiyle yeniden düşünülür ve tartışılır.
Bir dörtlüğün, bir destanın parçası gibi dilden dile dolaşıp yankılanması sürerken, çoğu zaman bu sözler yanlışlıkla Ömer Hayyam’a atfedilir. Gerçekte ise Yusuf Şahin Ceritli’nin kaleminden çıkan bir ifade olarak ortaya çıkar. İlk dizeler şu şekildedir: “Celladına âşık olmuşsa bir millet/ İster ezan, ister çan dinlet”, devam eden mısralar ise bilhassa özgürlük özlemini ve adaletin gereğini vurgular. Şiirin sonunda yer alan dizeler, “Ecel çıkıverir pusudan: Benim, ben diye.” biçiminde güç kazanır ve bireyin kendi kaderini tayin etme arzusunu hatırlatır. Dinin, dilin ya da kimliğin ötesinde, milletin kendini özgürlüğe adaması gerektiği düşüncesi, bu görüntülerde yankılanır.