Selanik Uluslararası Film Festivali, sinemaya katkılarıyla öne çıkan Fransız ve dünya sinemasının parlayan ismi Isabelle Huppert’e Altın İskender Onur Ödülü’nü takdim etti. Aktrisin festival süresince 15 filmi izleyicilerle buluştu; ayrıca Huppert, sahnedeki deneyimlerini aktaracağı bir ustalık sınıfı düzenledi. Copacabana filminin gösterimine ise oyuncu kızı Lolita Chammah ile katıldı ve etkinlik boyunca kariyer yolunu, karakterlerle kurduğu bağları ve işbirliği yaptığı usta yönetmenlerle olan deneyimlerini paylaştı.
Bilinmeyene Arayış başlığıyla sahnede konuşan Huppert, konfor alanından çıkmayı sık sık tercih ettiğini belirtti. İlk kez oyunculuk duygusunu hissettiği deneyimin Macar yapımı The Heiresses (Marta Meszaros, 1980) olduğunu söyleyen sanatçı, yurtdışında çalışmanın kendisine yeni bir perspektif kazandırdığını vurguladı. Zorlu rollerde karşılaştığı en büyük engelin güvenmediği bir yönetmenle çalışmak olduğunu ifade etti. Her zaman kadınların yoğunlukla öne çıktığı rolleri aradığını ve bilinmeyene doğru derinleşmeyi arzuladığını belirtti. Kameranın önüne ilk kez babasının çektiği bir videodan geçirmiş olduğu çocukluk anısını paylaşan Huppert; bir role kendini adamanın o anla ilgili olduğunu söyledi. Tiyatro ve sinemaya dair düşüncelerini aktarırken, çalışanlar arasındaki güvenin ve sahne-dışında da görülebilirliğin önemine değindi.
SINIRLARIN BULANIKLAŞMASI kısmında ise belirli bir oyunculuk metodunu takip etmekten çok kendi miras aldığı bir yaklaşım benimsediğini ifade etti. Geçmişte iyi ve kötü karakterler arasında belirgin çizgiler olduğunu, şimdi ise bu sınırların giderek kaybolduğunu ifade ederek, oyuncularda özgürlük hissinin bir gereklilik olduğuna işaret etti. Oyun yazarı Alfred Jarry’nin tiyatroyu öldürmeyi savunan düşüncesini desteklediğini belirterek, tiyatroda olduğu kadar sinemada da özgürlük ve yaratıcı bağımsızlığın üst düzeyde olması gerektiğini vurguladı.
‘BAŞARISIZLIĞIN TÜM YÜKÜNÜ SIRTIMDA TAŞIYAMAM’ sözleriyle, Heaven’s Gate (Michael Cimino, 1980) filminin kendisi için hem yaratıcı hem de politik bir deneyim olduğunu hatırlattı. Montana’da yedi ay süren çekim sürecini anarken, bu filmin gişede başarı yakalamamasıyla bile kişisel bir auteur tecrübesi olarak kalacağını ifade etti. İlerleyen söyleşide, karmaşık ve tartışmalı karakterleri canlandırmanın zorluğuna ve bunları sevimsizleştirmeden izleyiciye aktarmanın gerekliliğine değindi. Copacabana’daki anne-kız işbirliğini de nadide bir dengenin ve kuşaklar arası iletişimin derinleştiği bir örnek olarak gördüğünü belirtti. Bu çalışma, farklı kuşaklar arasındaki iletişimsizliğe dair keskin bir yorum olarak öne çıktı.













