Bir baba, oğluna Luna koyunda sörf yapmayı öğretmiştir; şimdi oğlu için güvenliğin ve keskin bir saatin karşısında, geçmişin izlerini taşıyan yeni bir sınav başlar. Boşanmanın eşiğinde olan Sörfçü, kaybettiği zamanı bulup yeniden inşa etmek için koyda kalır; karşısına çıkan Koy Çocukları çetesi ve onların lideri Scally, onun dünyasını sarsar. Scally, modern toplumun erkekleri yumuşattığı inancıyla, Sörfçü’yü güçsüzleşmeye terk etmediği sürece boyun eğmeye zorlar. Oğlunun gözü önünde küçümsenen Sörfçü, tarikatın baskılarına karşı dirençli kalmaya çalışır ve tarikatla yüzleşirken içinde saklı ilkel duyguları bastırıp serbest bırakarak tinsel bir uyanış yaşar.
Bu yolculuk, Finnegan’ın gözünden bir Avustralya Yeni Dalga akışını andırır: 70’lerin jeneriklerini, efektlerini, zoomlarını ve kadraj deformasyonlarını hatırlatan bir estetikle, doğa ve insan arasındaki sınırları bulanıklaştırır. Doğanın gücü, deniz ve rüzgâr arasındaki dansla karakterlerin gerçeklik ile düş arasındaki geçişlerinde belirleyici bir rol oynar. Sörfçü’nün yolu, tinsel arayış ve içsel devrimle birleşir; izleyiciye, bastırılan duyguların ve bastırılan arzuların nasıl ortaya çıktığını birebir aktarır.
DOĞANIN GÜCÜ başlığını taşıyan bu anlatı, The Swimmer (Aşıklar, 1968), Wake in Fright (1971), Picnic at Hanging Rock (1975) ve Long Weekend (1978) gibi psikolojik dramları anımsatan bir referansla ilerler. Filmin oyuncu kadrosu güçlüdür; Nicolas Cage, Scally rolünde Julian McMahon’un etkileyici performansını destekler. Yardımcı oyuncular arasında Nicholas Cassim, Justin Rosniak ve Finn Little öne çıkar. Avustralya’nın renkli ve vahşi doğası, filmin ana karakteriyle iç içe geçerek doğa-gün batımı görüntülerinin şiirselliğini yaratır; deniz, toprak, rüzgâr ve alevler birbiriyle iç içe geçer ve karakterler gerçeklikle düş arasında akışkanlaşır.
“BABA” FİLMİ 53 YAŞINDA. The Exorcist’in yönetmeni William Friedkin’in bu yapıt hakkında söylediği gibi, Baba organize suçlar hakkında mihenk taşıdır ve Amerikan sinemasının yönünü değiştirmiştir. 1960’ların sonunda sektöre damgasını vuran bu dönemde Coppola ve Lucas, San Francisco’da küçük bir şirket kurarak bu efsanevi hikâyeyi beyaz perdede hayata geçirirler. Baba, ailenin ve kapitalizmin metaforu olarak öne çıkar; Corleone ailesinin “Amerikan Rüyası” yolculuğu, onur, sadakat ve adalet temalarıyla şekillenir. Vito’nun ölümü sonrası Michael’ın babadan daha acımasız bir figüre dönüşümü, filmin iki bölümde de dönemin sinemasal mükemmelliğini yansıtır.
Sonuç olarak, Baba 1 ve Baba 2, sinematografik açıdan çarpıcı bir referans noktası olmaya devam ederken, karakterlerin içsel dünyalarının derinliğini ve toplumsal dinamikleri güçlü bir şekilde ortaya koyar. Bu eserler, günümüzde de izleyiciye yalnızca suça bir portre sunmaz; aynı zamanda ailenin ve sadakatin sınırlarını, güç arayışını ve insan doğasının karanlık yönlerini sorgulamalar için birer metafor olarak durur.