Senaryo seçiminde Thomas Pynchon’un eserlerinden ilham alan Paul Thomas Anderson, güncel ABD ile 1960’ların radikal dalgalarını iç içe geçiriyor. Film, geçmişin izlerini taşıyan bir portre sunarken, günümüzdeki kaos ve heyula halindeki toplumsal yaraları mizah, gerilim ve melankoliyle kapsıyor.
Gözaltı merkezlerini ve göçmenlik meselesini merkeze oturtan anlatım, Perfidia adlı devrimci bir grubun öncülüğünde merkeze operasyonlar planlıyor. Pat adındaki bombacı ve Perfidia’nın ilişkisi, olayları ileriye taşıyan kilit dinamikler olarak işliyor. Sonuçta göçmenlerin kurtarılmasıyla başlayan eylemler, ırkçılık ve sınıfsal baskılar karşısında karakterlerin içsel mücadelelerini de derinleştiriyor.
“Özgürlük korkusuz olmaktır” sloganı, sahnelerin ve karakterlerin yaşadığı çıkmazları özetliyor. Aşırı sol ile beyaz üstünlükçülüğün çatışması, ordu ve devletin geniş olanaklarıyla pekişirken, gençler travmalarını kuşatılmış bir toplumsal gerçekliğin içinde kavramaya çalışıyorlar. Bu sancılı tablo, ABD’nin sınırları ve politik atmosferi üzerinden toplumsal parçalanmayı çarpıcı bir dille tasvir ediyor.
Anderson’ın komedi, gerilim, aksiyon ve melankoli öğelerini harmanlayan anlatım tarzı, seyirciyi alaycı bir bakışla günümüzün politik nevrozlarına götürüyor. Jonny Greenwood’un müziğiyle güçlenen sahneler, Vista Vision ile çekilmiş görüntülerde ayrıntı ve derinlik kazanıyor; bu görsel yaklaşım, özellikle yakın planlar ve otoyol sahnelerinde olağanüstü bir atmosfer yaratıyor.
İntikam, travma ve toplumsal çöküş temaları, filmde kesişen karakterler aracılığıyla işleniyor. Donald Trump’a olan eleştirel yaklaşım, karakterlerin zorlukları ve toplumsal kırılmalarla birleşerek, kahramanları özgün ve benzersiz bir şekilde sahnelere taşıyor.
Leonardo DiCaprio ve Sean Penn’in performansları öne çıkan bir unsur olarak değerlendiriliyor; Regina Hall, Benicio del Toro ve diğer oyuncular da güçlü katkılar sağlıyor. Savaş Üstüne Savaş hafta içi izlenmesi gereken bir yapıt olarak öne çıkıyor.