İnsanın geçmişinin en sessiz tanıkları mutfaklar oldu hep; yemeklerin ardında saklanan anlatılar, sarayların gösterişli ışıklarıyla yarışan bir gerçeği fısıldar. Çırpılı’nın yazılarında, bir tencereden yükselen buhar, yalnızca besin değildir; tarih boyunca insanların ortak sofra kurma ve paylaşma tutkusunun izini sürer. Çıplak bir envanter gibi görünse de metinler, anılara ve duygulara dokunan bir anlatı örgüsüne dönüşür.
Girişte Vedat Ozan’ın sesinden çıkan üçgen kalkanı gibi değerlendirilen koku, tat ve lezzet, insanın karnı tok olsa dahi yemeğe olan ihtiyacını sürdürmesini anlatır. Bilgiyi kuru bilgiler olarak bırakmayıp, anlatının içine özenle işleyen bu yaklaşım, okuru kendi mutfağına götürerek düşünmeye çağırır. Bir torba midye ve birikmiş harçlıkla eve koşan küçük bir kızın hatırası, kitabın eksenini oluşturan mutfak hafızasının özünü temsil eder; anneanneyle temizlenen kabuklar, akşam sohbetleriyle kurulan sofralar, bu hafızayı canlı kılar.
“Kuzine 34” masaları ve Kuzguncuk’taki evlerin açık mutfakları, tarih ile yemeğin iç içe geçtiği bir sahne sunar. Burada yemek, yalnızca bir gereksinim değil; bir toplumun hafızasını taşıyan bir köprüye dönüşür. Tarihin Tenceresinden’in en güçlü yönlerinden biri, gerçekte görünmeyen hayatları sofraların ışığında görünür kılarak, güçlünün gölgesinde kalanların sesine odaklanmasıdır. Açlıkla terbiye edilen halkların travmaları, toplama kamplarının hayali sofraları ve savaş meydanlarındaki kazanlar arasında dolaşırken, yüzyıllar boyunca süren adalet ve iktidar hesaplaşmasının mutfakta nasıl tezahür ettiğini gösterir.
Yazarın dili, ağırlaşmaktan uzakta; mizahla sarmalanmış bir ağırlık taşır. Bölüm başlıklarının oyunbaz dili, metnin içine çekici bir ritim katar ve okuyucuya bir merak duygusu aşılar. Bu nedenle bazı temalar—açlık, savaş, tüketim eleştirisi—tekrarlandıkça, bir ritim ve alışkanlık kazandırır. Ancak bu tekrar, sadece tekrarlama değildir; bilinçli bir uyarı ve farkındalık geliştirme amacı güder.
Çırpılı’nın çalışması akademik bir tez olarak durmaktan çok, okuyucuyu günlük yaşamın içinden çıkarmadan büyük meselelerle yüzleştiren bir popüler tarih çalışması gibidir. Dipnotlar yerine anlatının akışını ön planda tutan bu yaklaşım, metni okuyanın kendi mutfağından başlayarak dünyayı yeniden düşünmesini sağlar. Son sayfalarda, bir yemek kitabı yerine insanlık hikâyelerinin derinleştiğini hissedersiniz: köleleştirilmiş emekçilerden krallara, ev kadınlarından tren yolcularına, kamp mahkûmlarından çocuklara uzanan geniş bir tablonun içinden geçersiniz.
Yemek ile etiketlenen bu yolculuk, sadece besin edinme değil; toplumsal adalet, dayanışma ve paylaşmanın da anlatısıdır. Sınırlar, sınıf farkları ve tüketimin eleştirisi, sayfalarda yer yer karşınıza çıkarken, final cümleleri okuru nazikçe kendi mutfağını sorgulamaya çağırır: “Yediğimizin nasıl üretildiğini mercek altına almak zorundayız.” Tek bir anlatıyla sınırlı kalmayan bu kitap, bir süreç olarak yaşamın her anında mutfakla bağ kurar ve okura, tarihinde lezzetli bir farkındalık sunar. Bu yüzden bu eser, mutfaktan başlayıp insan hikâyelerine uzanan bir yolculuktan ibaret değildir; o yolculuk, sofraya oturduğunuz anda sizinle başlar.













