Bir şiir kitabına dalarken, sadece kelimelerin arasında kaybolmaktan fazlasını bulduğum anlar olur. Gençlikten kalan bir ifadeyle yüzümde beliren kahkaha, karşımdaki insanın sıcaklığı ve sanki yanınıza oturup sohbet edeceklermiş gibi kurulan yakınlıkla karşılaşıyorum. Dilay Kitabevi’nde Özer Ciravoğlu’nu gördüğümüz anlar, bizim için sadece bir şair anı olmaktan çıkıp, kentin hafızasına dönüştüğünde nasıl bir araya geldiğini hatırlatır. Üzünç Evi benim için yalnızca bir kitap değil; belleğin kapaklarını aralayan bir malamdır.
Üzünç Evi adını taşıyan bu yapıt, kapaktaki iki katlı Trabzon evinin imgelerini zihnimize yerleştirir. Eski taş duvarlar, ahşap çerçeveler ve kapının üstündeki minik numara, şiirin somut bir mekânda kurulduğunu fısıldar. Şiir, soyut bir gökyüzüne değil, kapıya yaslanır; eve girilir, masaya oturulur ve hayatın içinden gelen sesler pespembe bir romantizme kaçmadan sunulur. Bu kitapta iki akım aynı anda akar: yeni şiirlerdeki kırılgan, doğrudan yaşanmış duygular ile geçmişten seçilmiş metinlerdeki toplumsal duyarlılık. İlk kitaplarda gördüğümüz gibi, bireyin yarası ile kentin yarası bu şiirde de yan yana durur; aşk kırıkları toplumsal kırıklarla birleşir ve bu birleşim Üzünç Evi’nin berrak hâlini verir.
Bir evin adresi aslında bir duygu adresidir. Şair, duyguyu bir mekâna sabitler ve okuru o eve çekerek içsel bir yolculuğa davet eder. Fethi abi tarafından verilen hediye gibi, “Bu ev sende dursun” mesajı, okuyucunun kalbinde bir anahtar oluşturur. Yakaladığımız bu içsel hesaplaşma, üzünç”ün romantik bir boşluk yaratmak yerine, daha çıplak ve içten gelen bir ağırlık olarak karşımıza çıkar. Ev, yalnızca bir yer değildir artık; o, duygunun adresi ve toplumsal hafızanın saklandığı bir oda haline gelir.
Ganita’nın Şiire Dönüşmesi bölümünde Ganita, sadece kıyı şeridinin bir adı değildir; bu yer, gençliğin isyanının, dostluğun ve vedanın yeri olarak anılır. Şiirde deniz ölümsüzleşir; yosunların bilinmezitiesi dinlemekten çok, içselleştirilen bir senfoniye dönüşür. Masada yankılanan vedanın melodisi, bakışları çözerek kopuşu hissettirir. Bu kopuş, bir çiftin ayrılığından öte, bir kuşağın kapanan bir çağını simgeleyen geniş bir kırılma gibi görünür. Çevredeki insanlar için Ganita, bir mekâna dönen duyguların ifadesi olur; bu yakınlık, bir kahkahadan, bir omuz temasından veya “Ne var, ne yok?” diyen sıcak bir sohbetten ibarettir. Dostluk masası kalksa da bıraktığı tortu, bizim için kolektif hafızanın izine dönüşür.
Yani mimarlık gibi kurulan bir şiir, Ciravoğlu’nun geçmişine şekil veren bir duruşla yansır. İTÜ ve KTÜ mimarlık eğitimi, mekânı okumaya olan yaklaşımını belirler; kelime hızı, süs ve gösterişten arınır, gereksiz çıkıntılar törpülenir. Şair, duygunun fazlasını didikleyerek yerine ‘doğru konmuş bir çizgi’ bırakır. Bu yalınlık, sade bir gösteriş değildir; ustalığın ifadesidir. Öyle ki Ahmet Özer’in değerlendirmesi de bu tavrı özetler: her anı şiire dönüştüren, saklamadan veren bir şairdir. Bazen bir dostun acısı, bazen bir tiyatro oyuncusunun yüzünden yayılan ışık, bazen evdeki yalnızlığın içinden yükselen aşk, hepsi aynı elden çıkar ve kimseyi ezmeden paylaşılır.
68 kuşağından günümüze kadar, sokağın sesini yükseltmeden, insanı aşağıya çekmeden bir direniş estetiğini taşıyan Ciravoğlu’nun şiiri, Üzünç Evi’nde toplumsal ve bireysel kırılganlıkları birbirine bağlar. Şiirde öfke var, ama bağıra çağıra değil; incinmiş bir sesin içtenliğinde gelmelidir. İşte bu duygu yapısı, Trabzon sokaklarında edinilen bir merhametin ifadesi olarak ses bulur: kimsenin tamamen yalnız bırakılmadığı, kimsenin de tamamen korunmadığı bir orta hâl. Birlikte yaralanmanın doğurduğu dayanışma hâli, Üzünç Evi’nin sayfalarında hayat bulur. Bu yüzden bu kitap, sadece bir edebiyat eseri değil; bir odanın kapısını aralayan bir çağrı, bir sesin hâlâ duyulduğu bir darbedir. Şimdi bu oda benimle kalacak; içeri girince duyduğum insan sesi, yıllar geçse de unutulmayacak bir yankı olarak kalır.













